28 Aralık 2017 Perşembe



Kimdir bu Karun?

Gece gündüz çalışıp da en fazlasına kavuşmayı arzuladığımız, satın alma gücümüz olan paradır, bana bu soruyu sorduran. Yılbaşı yaklaşırken çoğumuzun aklındadır büyük ikramiyeye kavuşmak. Sonrası ucu bucağı görünmez hayaller. E onlar da parayla değil ya. O umutların tükendiği güne kadar kurulur hayaller…

Ben bir süredir kızıyorum, parayı bulan pek kıymetli Lidyalılara. Son kralları Karun yemiştir buluşun kaymağını. Fakir yine fakir zengin daha zengin. Tarih kitapları Karun’un zenginliğinden ve bu zenginlikle şımarması sonunda yaşadığı felaketten bahseder. Din kitaplarında da adı geçer “Karun kadar zengin olmak” deyimi. Sahi çok mu şımartır zenginlik insanı. Kime neye göre şımarma. İnsan olma süreci son bulur mu parayla.

Pek çoklarınız gibi bizim evi de sarıyor yılbaşıyla hayal baloncukları. 31 Aralık gecesi tek dokunuşla patlayacak gibi..

26 Aralık 2017 Salı

Mall Of Antalya'da Güldürmece

Şunun şurasında yeni bir yılı karşılamaya ne kaldı. Acısıyla tatlısıyla geçip gidivermekte 2017. Hani derler ya yıla nasıl başlarsan öyle geçermiş diye. 2018 herkese gülsün diye bir önerim var benim naçizane. Herkes dedim ama gülme alanımızı biraz daraltmak zorunda kalacağız şimdilik. Sınırlarımız Antalya, şu bizim Mall Of Antalya.
En komik Dinozor arkadaşım Oktay Şenol'un diyecekleri var, güldüresiye. "Arkadaştan Öte Sevgiliden Önce" 27 Aralık Çarşamba saat: 20:00 da Antalya'nın ilk ve tek Stand-up gösterisi sahne alıyor. Şu zamanda kim kime karşılıksız bir şey verebiliyor? Oktay Şenol, sizlere neşeli bir akşam vaad ediyor. Karşılığı? Bol kahkaha ve alkış. Hepsi bu. 

24 Aralık 2017 Pazar

körebe

bu kaçıncı oyun

gün çoktan döndü geceye

annemin sesi yankı buldu

çoktan

evli evine köylü köyüne

bak yine diyorsunuz

oynayalım yine

sakın sobe deme

mızıkçılık sırası bende

21 Aralık 2017 Perşembe

Düşler Yorgunu

Günü geceye kavuştururken düşler yorgunuyum yine. Yürüyeceklerim öyle arşınlamış ki yılları, yorgun ama durası yok. Yeni yıllara, yollara ve umuda gebe... Olmayı istediğim şehirde zorda olsa yapmayı istediğim iş ile yoğrulmak, özenilesi bir yorgunluk.

Rüyalarını biriktiren, umutlarını yitirmeyen sinema sevdalılarıyla yola çıkalı yarı yıl oldu. Genç Dinozorlar 2017 yazında oluştu... Senaristliğini ve metin yazarlığını(kimi zaman da seslendirmelerini) yaptığım Genç Dinozorlar, Suat Erdöl öncülüğünde kurulmuş olan bir film ekibi. Akdeniz Üniversitesi mezunları, film ekibinin kemik kadrosunu oluşturmakta. Sinemaya gönül vermiş iletişim mezunlarını bir araya getiren bu oluşum dar vakitlerde ve kısıtlı imkanlarla film çekmekte. Hayallerden birer uçurtma var ellerinde aynı göğe ulaşan... 

Birlikte büyük bir şölene hazırlanır gibi ama ayrı yerlerde kendi mutfaklarında çalışıyor, Genç Dinozorlar. Kurgu masasında ise elde avuçta ne kadar yetenek varsa dökülüyor ortaya. Bıkmadan, usanmadan, aşkla ama ille de aşkla çalışılıyor. aşkın adı: Sinema... 
Ben bugün bir kez daha anladım doğru zamanda doğru yerde olmanın ne büyük bir lütuf olduğunu. Teşekkürler Dinozorlar...

19 Aralık 2017 Salı

yok

bir çuvala tıkıştırılmış

patates gibiyim

merdiven altında

güneşi göresim yok

bir elma bırakılmış

yanıma

gizli bir el

çürüme diyor

küçük küçük

filizlenmelere inat

dirilesim yok

önemsenesim...hiç yok...


16 Aralık 2017 Cumartesi

-den

aşkın den haliydi yaşadıklarım

-den -den lerim oldu çok

alt alta biriktiler

birbirine benzeyen 

cümleler yüzler

ilk yüzü kestiremez oldum

hepsi bir diğerinin devamı

başı yok sonu belli

15 Aralık 2017 Cuma

ölü ruh

evimi ormanlara saldılar

karanlık otlar sardı

dört bir yanımı

duvarlarım oldular

gecede bekaretini

aldılar hayatın

başı boş ruhlar

damımı yokladılar 

14 Aralık 2017 Perşembe

avazım

boşlukta salınasım geliyor
kimi kez
sonra iki ses bir avaz
anne diyor
hayat
paçalarımdan tutuyor






DÖNE NİNE


O günlerde ya telefon ziliydi bizi uyandıran  ya da camilerden yükselen sela sesi. İkisi de ölüm diyordu. Sesten sonraki sessizliğin adı ölümdü. Sonrası... Sonrası belki yağmur. Rahmet niyetine. Hayatın kirini pasını alır diye... Bu kez ölüm haberi telefonla kaldırmıştı bizi yataklarımızdan. Döne Nine ölmüştü. Yağmur...

Uzak bir akraba gibi gelip giderdi evimize. Eşi, yıllar evvel ebediyete göç ederken bırakmıştı elini. Kimsesizliği, ruhu kadar bedenine de ağır gelmişti. Olabildiğince zayıf ve yaşlıydı. Sırtında yılların yükünü taşır gibiydi, görünmez bir sepetle. Sefaletin ağırlığıyla hep kamburdu. Dik yürümeyi bilmez, kimseyle gözgöze gelemez, utanırdı.

Oğlu öldükten sonra gelini evinde istememişti bu yaşlı kadını.

-                   Aklı gelip gidiyor baş edemem, demişti.


Küçük oğlunun yanına sığınmıştı, Döne Nine. Dahası başka bir evin çilesine ortak olmaya başlamıştı. Gecekondu mahallesinde oturuyordu oğlu, eşi ve iki çocuğuyla. Fakirliğin tam orta yerindeydi evleri. Mutfaklarına ne girer, kursaklarından ne geçer bilinmezdi. O fakirliğin içinde oldukça da sorumsuzdu küçük oğul. İş bulursa çalışır, avare avare dolanırdı. Kahvehane köşelerinde solurdu, parasızlıktan alamadığı sigarayı. Tiryakiliği de yoktu sigaraya, pasif içiciydi. Nasıl olsundu ki? 

Döne Nine sorumsuz oğulun zoruyla kapı kapı dolaşır, çaresizce yardım isterdi. Kimi zaman kış soğuğunda büzüşmüş bulurduk onu. Zile basmak ister, sonra usulca basamakları gerisin geri inerdi. Hep öyle yakaladık onu kapı önlerinde. Soğuk kış günlerinde evimizde ağırlar, sıcak soba başında çorba ikram ederdik. Utana sıkıla çorbasını içerken gözleri yerde ayak hizasında dururdu. Çorapları birbirinden habersizdi kimi kez. Sağ ayak açıklarını, yırtıklarını kapatmak için abanırdı sol ayağa. Halıya basarken kirlettim mi diye ardına bakardı. Elini öptürmez, yaşlılıktan çökmüş avurtları kızarır, sicim sicim ter dökerdi.


Her gün dershane için yollardaydım. Sınava çok az kalmıştı. Üniversiteye gidebilmek için gece gündüz çalışıyor, yorgun başımı otobüs camlarında dinlendiriyordum. Otobüsün sıçrayarak geçtiği her kasis, uykumdan çalıyordu.  Uyku ve irkilme arasında nerede olduğumu unutuyordum. Cama vuran yağmur damlaları beni kendime getiriyordu. Yine zor bir deneme sınavı sonrası eve dönüyordum. Her gün aynı ip üstünde gidip gelen bir cambazdan farkım yoktu. Yolu, tümsekleri, ışıkları ezberlemiştim. Otobüs, evimizin olduğu sokağa girmeden önceki son kırmızı ışıkta durdu. Sınavlardan serseme dönmüş başımı cama sabitlemişken  arka kapıya birinin vurduğu duyuldu. Parası olmayanlar, ön kapıdan binmeye çekinir, otobüslerin arka kapılarına yanaşır ve şoförün insafına sığınırlardı. Şoför de dikiz aynasından arka kapıya yanaşana alıcı gözüyle bakar, yalan söylemediğine inanır ya da acırsa tamam demeye getirmek için başını aşağı yukarı sallardı.

Oturduğum yerden dikiz aynasından görünen şoföre baktım. Adam, arka kapıdakine acımamış olacak hayır anlamında kaşlarını kaldırdı. Arka kapıdan biri bindi. Yaşlıca bir kadın sesi:

-                   Nolur yavrum çok üşüdüm hiç param yok, dedi.

Bu ses bana hiç yabancı gelmedi. Şoföre dur deyip yaşlı kadının yol parasını ödemek istedim. Elimi cebime attım. Aceleyle karıştırdığım cebimde parmaklarım boş boş gezindi. Sınav sonrası bir simit yemiş ve son paramı da otobüse vermiştim.


 Yaşlı kadını sesinden tanıdım. Bakamadım. O an ne düşündüm? Ne istedim? Ne yapmalıydı? Bilemedim. Cebimdeki yokluk otobüsü durdurmaya yetmediği gibi yaşlı kadını yolda bırakmaya yetti. Arka kapı yüzüne kapanırken yağmur hız kesmeden yağdı. Otobüs uzaklaşırken, vicdamın yakama yapıştı. Yutkunurken utandım. Utançla yutkundum.


Fakirliğin kışı hiç bitmez ya Döne Nine'nin de çilesi bitmedi. Kara kışlar yokladı dermansız bedenini. Yardım dilendiği sokaklardan birinde fenalaşıp yere yığılmış. Görenlerin yardımıyla hastaneye kaldırılmış. Sahip çıkan olmamış bir süre. Kimsesizliğiyle can verirken elini tutan da yokmuş. Hastane masraflarını ödeyemem diyerek terk etmiş yakınları.


Sabahın erken saatlerinde gelen telefon oğlundandı. Cenazeyi alabilmek için yardım istedi. Döne Nine son kez vurdu ıslak cama. Kazağının koluyla buğuyu sildi. Dönüp bakabildim. Simit, susamlar... Boğazımda hissettim.    

12 Aralık 2017 Salı

çocuk

sana bakınca gördüğüm

bıyıkları terlemiş

bir oğlan çocuğu

umuda dayamış sırtını

sol ayağından destek almakta

saçını ne yana tarasa

hangi profili yakışıklı kılsa

tırnaklarını yemiş belli

gizleniyor

çağı belirsiz mont kollarına

6 Aralık 2017 Çarşamba


Anlık mutlulukların
              alternatif maliyeti var mıdır;
                    yoksa sonsuz acı mıdır
                               var olan?

30 Kasım 2017 Perşembe

Gebe
gebe bıraktın beni
yeni hikayelere
ve yeni şiirlere
gebe
bekleyişlerimle artıyor
sancılarım
kaçını doğurdum
yanılsamaların
bu kaçıncısı bilmem
yırtılması karnımın

29 Kasım 2017 Çarşamba


Arthur Rimbaud


Arthur Rimbaud’u bilir misiniz? Sıra dışı ve kısacık hayatını aşkla ve şiirle dolduran bir romantik…  Benim onunla tanışıklığım çok olmadı ama o beni yıllar öncesinden tanır, takip eder…

Yıllar önce üniversite son sınıftayken eşyalı bir ev tutmuştuk arkadaşlarımla. Evde beni en çok mutlu eden şey benim odamda terk edilen kitaplar oldu. Hemen sahipleniverdim tabi. Bir kısmını okudum kitapların zaman buldukça. Hep benimle başucumdaydılar, okul bitip de evlere dönme vakti gelince yoldaşım oldular…

Antalya özlemim depreşipte geri gelince benimleydi kitaplarım. Sıcak bir yaz gününde felsefenin derinliklerindeyken elime aldım onu: “Cehennemde Bir Mevsim”. Felsefenin romantizmle buluşması, sıcak yaz günümü denizlere saldı. Saç diplerime kadar şiire bulandım… Bir telefon sesiyle sendeledim. Eski bir arkadaşım kütüphaneye gidiyordu ve benden bir kitap önermemi istiyordu. Ona yeni tanıştığım Arthur Rimbaud’dan ve etkisinden söz ettim. Arkadaşımı uğurlamışken şiirlere geri döndüm. Bir saat sonra arkadaşım tekrar aradı ve heyecanı korkutur cinstendi. Önerdiğim kitabı bulamamış ve Küçük İskender’in kitabını alıp eve dönmüş. Kitabın ilk sayfasında selamlamış onu Arthur bir şiiriyle (Arthur diyorum çünkü yıllara dayanan bir hukukumuz var)…

Yıllar yılları kovalarken ben okuduklarım ve yaşadıklarımın etkisiyle yazıyorum şiirlerimi, metinlerimi ve öykülerimi. Şu an olduğu gibi… Kitap koklayasım gelmişken çocuklarım ve eşimle Antalya Kitap Fuarı’ndayız. Kalabalıkta dağılıyoruz; ben oğlumla kalıyorum ve eşim kızımla. Üzerinde kiraz resmi olan bir kitabı eline alıyor oğlum “Başım Kirazlı”. 2013 Cemal Süreya Şiir Ödülü almış bir şiir kitabı. Şairiyle gözgöze geliyor ve ayak üstü şiir üstüne konuşuyoruz. Abuzer Gülpınar, “kederin şiir, şiir kaderin olsun” yazıyor ve imzalıyor benim için kitabını…

            Eve gelip de kitabı okumak isteyince yine Arthur “Ama yalnızca katkısız acının saatini çalmayı başaramayacak, artık çalar saat”. Yıllar öncesinden yine geldi benimle. Bu kaçıncı tanışmamızdır kim bilir… Şimdi siz söyleyin Arthur Rimbaud beni takip etmiyor mu? Peki ne istiyor?...

23 Kasım 2017 Perşembe

Öğretmenim Canım Benim


Okul sıralarına veda edeli çok oldu. İstemeye istemeye büyüdük, yerimizi yeni çocuklar, yeni öğrenciler aldı. Sıralar doldu ve boşaldı. Ne haylazdık kim bilir, yerinde durmaz, yaramaz. Kimimiz çok çalıştı belki, gözde olmak ama ille de sınıfın en kıymetlisinin, öğretmeninin, gözüne girmek için çalıştı…

 Aferinler, yıldızlı pekiyiler süslesin istedi belki defterlerini. Defterlerinin bir köşesi yıldızlı bir köşesi ataçlı öğrencilerdendim ben de. E öğretmenim, canım benim öyle severdi. Ben de onu severdim, kızdığında üzülürdüm. Hele görmese parmak kaldırdığımı, içim acırdı. Sıraların arasında dolanarak ders anlatırdı. Biz kollarımızla çiçek olmuş, gözler tahtadan yana kulaklar öğretmenimizde, dinlerdik. Ben bir türlü o çiçeklerden olamaz gerekli gereksiz sorular sorardım…

Sevgili öğretmenim Mustafa Dize, kim bilir nerededir şimdi, yıllar oldu görmeyeli. Sıraların arasında dolanarak ders anlatırken bilirdi sabırsızlığımı, çiçeklere dahil olamayacağımı. Soru sormak için arkamı döndüğümde bulamazdım onu. Her seferinde saklanır, sonra birden arkamda beliriverirdi, gülen gözlerle. Herkes çok sever ve sayardı, onu. O her şeyi bilir derdik aramızda konuşurken. Tabi ki aramızda konuşmak yasaktı, yaramazlıktı...

Geçmişimiz her geçen gün uzaklaşıyor bizden hocam, büyüyoruz. Aramızda da konuşmaz olduk. Sanki unutur da olduk bildiklerimizi, öğrettiklerinizi. Sesiniz uzakta da olsa kulağımda hala. İyi ki vardınız hayatımda. İyi ki dokundunuz öğretilerinizle dünyama. Şimdi bir yerlerde başka başka çocuklar büyütüyor olmalısınız; öğrenmenin sonu yok ki öğretmenin olsun. Öğretmenim Canım Benim, Öğretmenler Günün Kutlu Olsun…

 

 

şarkı

ölmeye bile izin yok

ömür

buruşuk bir kağıt parçası

sonsuzluk denizinde

yolculuk vakti

yeni kelimelere

valizim anılarla dolu

daha güzel şarkılar söylemeli

kime

neye

17 Kasım 2017 Cuma


Ömercik

Bugün, Ömer’in kızarmış, mutsuz gözlerinde gördüm, çocuk beni. Ömer, taşınan arkadaşına el sallıyordu uzaktan, gecelerce ağlamış yaşlı gözlerle. Çocuk ben ise gidiyordum başka bir şehre ve gözler kan çanağı… Ömer’e arkadaşını sordum. Yanıtsız, burnunu çekti, gözlerini devirdi. Teselli niyetine “ internet sizi nasıl olsa buluşturur. Bizim zamanımızdaki gibi değil ya” dedim. Ben de fazla mı büyüdüm ne? Ne çabuk unuttum çocuk beni. Doğup büyüdüğüm şehri terk ederken akıttığım gözyaşları çoktan kurudu tabi…

11 yaşındaydım. Zonguldak’tan Gebze’ye uzanan bir yolun yolcusu, altı kardeşin beşincisi ve en huysuzu… Çok susmuş çok ağlamıştım. Sevmeyecektim işte başka şehir ve istemeyecektim de başka arkadaş. Arkadaşlarım, hele kuzenim Semra, arkada kalmıştı, çocukluğumda… Bir daha nasıl görüşürüz derken mektup arkadaşım olmuştu. İnternetle tanışana kadar sürecekti mektup arkadaşlığımız. Delilikti bizimkisi. Metrelerce uzayan mektuplar… Evet evet, metrelerce. Balkondan sarkıtıp da okuduklarım çok oldu. Özlem dolu yıllarıma şahit o mektuplar ve balkonlar. Bir de müptelası olduğum Müslüm Gürses…

Daha 11 yaşında, arabeske başlamıştım bile. Bir tane dinlemeden uyuyamaz olmuştum. O yıllar tek kötü alışkanlığım buydu. Aslında Müslüm, ağabeylerimin tercihiydi. Ama bana da iyi gelmişti. Ya da engel olmuştu bunalımdan çıkmama. Mazoşist benle o zaman tanışmış olacağım. Yakamı hala bırakmaz… Her şarkı başka bir hikaye. Yazma hevesim ve hatta başka hayatlara dokunuşum kalemimle o yıllara rastlar. Bugün ise beni taşıyan geçmişe Ömercik oldu. Ömercik, can arkadaşım Nela’nın biricik oğlu…

13 Kasım 2017 Pazartesi

tereddüt

gidenlerin ardından bakmak

yeni hikayeler yazmaktı

bana kalan

terk edişlere dair

bir türlü gitme diyemediler

şiddetli çarpıntılardı

bana kalan

ve yolunmuş saçlar

mazoşist kaygılarda


9 Kasım 2017 Perşembe

ATATÜRK’E DAİR


Atatürk’ e bakınca siz ne görürsünüz bilmem ama ben önce kendimi görürüm… 

10 Kasım 1981 yılı sabahı, evde bir telaş bir koşturmaca. Evin en büyük oğlu anma töreninde Atatürk şiirini okuyacak. Bir an evvel okulun önünde maaile hazır bulunmalı. Evin balkonu okula bakıyor. Öğrenciler, öğretmenler ve veliler muntazam bir dizin oluşturmuşlar. Babamın gözü saatte, annemin iki ayağı bir pabuçta…  

Çok isteseler de o yılki anma törenine kimse gidemiyor. Zonguldak’ın kendine has dik merdivenlerinin başında yakalıyor annemi doğum sancısı, gününden önce. Apar topar çıkılan eve geri dönülüyor. Teyzeme haber salınıyor ki çok doğum görmüşlüğü vardır. Ebe tayin ediliyor. 

Bebeğini bekleyen her baba gibi dokuz doğuruyor babam; volta üstüne volta. Babamın adımlarını sona erdirip rahat bir nefes almasını sağlayan iki ses duyuluyor aynı anda: Atatürk için çalınan sirenler ve bir an evvel doğmak isteyen benim ilk avazım. Saatler dokuzu beş geçiyor…

Ben bu hikayeyi, bu yaşıma kadar her 10 Kasım’da babamdan dinliyorum. Kendimi bildim bileli Atatürk’ün her yerden bana baktığını sanıyorum. Mavi bakışları delip geçiyor zihnimi. Hatalarımda göz gözeyiz. Cehaletimi alıyor bakışları… 

Hiç tanımadığı birini özler mi insan? Ben özlüyorum. Biliyorum ki bir bağ var aramızda. Mesafelerin, yılların ve hatta mekanın önemi kalmadı, kalmıyor. Çünkü Atam, ben sana ilişiğim ve sana ilişkin…

8 Kasım 2017 Çarşamba

biz

seni bana iten 

beni sana yaklaştıran

o devasa mıknatıs

üstümde yaşımca

giysiler

yüzümde yüzlerce iz

hayallerimizce dilimiz

ve

susmayı bilmez

kalplerimizde biz



1 Kasım 2017 Çarşamba

ayakkabı

ömrüm tamirhanelerde geçti

uzun uzun yollardı yürüdüğüm

nice ayaklar eskittim

istemedim yenilerini 

kunduramın

tekrar tekrar yürümek istedim 

aynı yolları ve aynı yılları

tabanlarım da mı şişmedi

yağmur suları da mı dolmadı

yürüyeceklerime

başım nasıl yükse omuzlarıma

yüklendim onlara 

tüm varoluşlarımla


29 Ekim 2017 Pazar


Vatan Aşkına

Vatan deyince sonsuz bir sızıyla yanarım. Vatan deyince sol yanımda değildir canım. Bir tanımla daraltılamaz ki toprağım. Yücelerden yücedir başımdaki sevdası. Buram buram tarih kokar toprağı. Verimlidir yurdum; bire bincesine yetişir yiğidi. Boşa değildir akan kanlar. Destanlar, boşa değildir. Dili, dini ayrı ama geçmişi birdir vatanseverlerin.

Anaların bağrı cephelerce yandı ve yanmakta? Neden? Çünkü burada vatan aşkıyla destanı masal, büyür çocuklar. Severler topraklarını ve üstünde dalgalanan şanlı bayrağı.

Güneşli günlere uyandıran beni, bu bayraktır aydınlık. Altına sığınırım, yorganım odur. Benim koruduğum gibi korur beni, bizi. Gölgesi gölgem, Ayyıldız’ı göğüm.

Göğüme, gözüme göz dikenleri boğar aydınlığım, vatan sevgim. Milletim, vatanım yekvücuttur.  Bölünmez bir bütündür. Nesilden nesile aktarılan bir fenerdir vatan. Ateşi hep tüter ocağın. Baki kılmak ve bir olmaktır amaç. Aynı geleceğe yürür bu toprağın neferleri…

Bu toprak baki, bu toprak yüce; çünkü bu toprakta yetişir vatanını seven çocuk ve vatanı için ölen yiğit… Tükenmez arkadaşlar, Mustafa Kemaller tükenmez. Tükenmez Hasan Tahsinler, Nene Hatunlar, Seyit Onbaşılar ve Ömer Halisler tükenmez… Cumhuriyetle, hürriyetle, aşkla ve canla…

Ellerimiz, dillerimiz kenetlenir aynı duyguyla, aynı aşkla. O vatan ki her damla kanı mübarektir bayrağımın. Ayyıldız’ı şahit tutmuştur yaradan, kulun toprağa sevdasından. Aynı göğün altında fikri farklı, inanışı farklı olsa da bir atar kalbi.. Ata yadigarı, Ata yurdu terk olur mu hele sevmemek olur mu? Mirastır, namustur, can’ın yongasıdır. Bağrında uyuduğum anadır vatanım…

Geceyi boğar aydınlığım; ben Cumhuriyet kadınıyım. Mavi gözlerden ışığım, damarlarımda özgür kanım. Ben bir vatan aşığıyım.

27 Ekim 2017 Cuma

ben

hayatın bekleme salonundayım

korunaksız koridorlar

uzanıyor önümde

bana dair her şey bekliyor

gözlerim ilerlemez olan saatte

ayak izlerim silinmek üzere

23 Ekim 2017 Pazartesi


Gök Gözlü Adam


Davetkar bakışların vardı senin. Yeni dünyaların kapılarını aralayan gözlerle baktın… Düşlerin ellerimden tuttu. İçerideydim. Türküler eşlik etti bize. Senin hikayelerin gizliydi ezgilerde ve benim. Sesime gölgesi düştü sesinin…

İniş çıkışlı yollara girdi sedalar. Titrektim, belki ürkek. Derinlerde küçük, ürkek bir kız çocuğu gizledim, cesur benin ardına. Sen, onu görmeliydin. Beni tanımıyorsun diye yinelerken kendini, tanıdım seni…

Sendin mavilikler ardına gizlenen, Gök Gözlü Adam. Ellerim ellerine değiyor. Kilim desenli masada kayboluyorum. Çayına şeker olmak isterken devriliyorum… Islak örtüde geziniyor, çayından bir yudum alıyorum…

Kadınlar, kadınlar… Ne de çoklar. Yüzlerini kestirebiliyorum sadece. Sözler, savaşlar hep aynı. Bana biraz uzak; senden yana biraz yakın… Başka vücutlar ve başka hayatlar giriyor aramıza. Sevgililer çuvalını boşaltıyoruz masaya. Yitik sevdalarsa, başucumuzda…

Nasıl da tanıyorlar birbirlerini? Aldanmışlıklarından belki. Beni tanımıyor ve hissetmiyorsun kalbimi. Sen görmeden dokunuşlarım oluyor sana. Başını eğdiğin anları kaçırmıyorum. Saçların avuçlarımda… Manikdepresif duruşların alıyor yerini. Zihninin yoğunluğu büyüyor saç diplerinde. Sıkı mı sıkı araları…

Bana şahitlik et istiyorum ve yaşamıma. Gidişlerini izliyorum. Sana, düşlerine değdiğim yerlerde alıyorum soluğu. Parmak uçlarını geziniyorum boş masalarda… Gözlerim el yordamı aramada. Karşıma koyuyorum seni. Kısık gözlerle gülüyorsun. Gökyüzünün maviliği değil, sende saklı duran. Yufka yürekli bulutlar gizli göz bebeklerinin ardında…

Burnumdaki tik artık senin. Dumanlı başıma geri üfledin bulutlarımı. Martı sesleri eşlik ediyor sesime. Charlie Chaplin göz kırpıyor duvardan, haydi söyle diye… Siyah beyaz bir film şeridi düşüyor düşüncelerime. Hayat bir oyun ve ben sahneden kolay kolay inmeyen bir oyuncu. Kamera, sende…

Yağmur bulutlarını çekiyorum üzerime. Damlalarla dans ediyorum… Ayrılık türküleri çalıyor usul usul. Kestik diyorsun, kestik... Duymuyorum. Kime ve hatta sana ne? Bu, benim oyunum. Yağmura doyuyor ayaklarım. Göz pınarlarım eşikte bekliyor. Yağmura ayna tutuyorum…

Elimde nice hayatlar can çekişiyor. Ben, can çekişiyorum… Çekim açılarını alıp gitmek istiyorsun benden. Kimler çıkmadı ki kadrajından. Zihnine hapsettin sadece. Israrla girmiyorum çerçevene, bir gün beni de kovarsın diye…

9 Ekim 2017 Pazartesi

leyla

zaman ayarımız yok

çoğu kez

senli benli zamanlarsa

zerdüş alabildiğine düş

düşme kalk diyorsun

ama

kaldıran sen ol

bense düş

29 Eylül 2017 Cuma

kal

elimi vedalar tutuyor bir bir
kimi görüşürüz diyor
kimi hoşça kal
akreple yelkovan arası
saniye oluyorum
koşuşturan
yakalasam
ah bir yetişsem birine
olmuyor
bir an bir anı tutmuyor
aynı ben olmuyor koşan
saniyelerimi kara sular basıyor
topuğum Arnavut kaldırımlı sokakta
sıkışıyor, tutuk
gitme diyor, kal
gidenlerin ardında
öylece kal
seni de bir gün alırlar

20 Eylül 2017 Çarşamba

KAYGILIYIM

Dalamadığım uykuların kıyısındayım. Aklım yarınlarda. Hani şu hiç bitmeyen yarınlar… Endişeliyim. Aynada yüzümü gördüm ve korktum endişeli benden. Uykusuzluğum nüksetti yine. Çocuklarım aklıma geldikçe; ki hiç çıkmazlar oradan, kaygılanırım yarınlardan. Onları, bizi ve içinde yaşadığımız dünyayı bekleyen yarınlardan kaygılanırım. Şimdi olduğu gibi…
Her anne gibi “evhamlıyım” diyorum kendime. Anne olmanın vermiş olduğu duygu ve algı şeklidir, endişe. Peşi sıra kaygılar, korkular gelir. Vicdanın yüküdür annelik; acabalar, keşkeler hiç bitmez.  Endişeli bekleyişler başlar. Korkular evinde dört duvar… Kimse bilmez dağlardan büyük derdini. Çünkü sence büyüktür.  Bütün görevleri üslenmişsindir. Dünyayı kurtarman istenir. Süper bir şeyler yapman gerekir. Her geçen gün apoletlerin artar ya da azalır. Görev seni bekler. Başarın ya da başarısızlığın gözlerinin önünde büyür, sen farkına varmadan.
Yarınlara hep hazırlıklı olmak gerekir. Kendini ve biricik ‘yarınlarını’ hazır etmelisin, güne. Canları hiç yanmamalı mesela. Gelecekleri güvence altında olmalı. Senin korkularına gülmeliler ki korkmasınlar… Uzayıp gidebilecek olan bu anne listesi, nefes dinleme nöbetleriyle başlar. Uykusuz gecelerin yalnız delisi anne, kaygılarından bir dünya kurar çocuğuna. Bölük pörçük uykulara yaslar başını. Çocuğuna uzanan her elden, her gözden korkar. Komşuları güvenilmez olur. “Ne olacak bu memleketin hali?” sorusu ise her gün sorulur…     
Korkuyorum yollarımızın ayrılacağı anlardan. Büyüyüp kendi yollarını çizecekler, biliyorum. Ama nasıl bir yol bu? Kimlerin elini tutacaklar o yolda? Doğru şeyler öğrenecekler mi ya da istedikleri gibi düşünme hakları olacak mı? Cevabını bilemediğim sorular kemirir oldu zihnimi. Memleketin hali ise ortada… Ben ne yapabilirim? Korkuyorum bizi bekleyen yarınlardan. Bitmeyen bir bekleyişteyim. Hayatın bekleme salonunun uzayıp giden koridorlarında volta atıyorum, saniyeleri sayarak. Uykusuz gecelerde yalnızım. Bölük pörçük uykulara yaslıyorum başımı. Kaybetme korkusu sıkıyor, kalbimi. Hayat gün be gün yokuşa sürüyor, biliyorum. Anne olunca anladım…

15 Eylül 2017 Cuma

13 Eylül 2017 Çarşamba


aşk

bazen diken üstünde yatmaktır

yabancı bir yatakta

kanar görülmek istemezsin

ne ikinci kişi bilir seni

ne de sen kendini

bilinmezlikte...

7 Eylül 2017 Perşembe




KAPTAN BLACK, NERDESİN?



Hangi denizlerde savaşmaktasın dalgalarla. Seni de aldı mı kasırgalar, benim gibi. Yoksa, karanlık sularda mı gemin? Seni alan sular beni boğuyor. Kimseden el istemiyorum, yardıma uzanan. Sessizlikte, sensizlikte yok olayım diyorum…

Kaptan! Yakamozda mı demir attın? Söyle, nerdesin? Sisli yağmurlarda seni arıyor gözlerim. Buğulu camlar ardındayım şimdi. Yağmurlar canımı yakar oldu. Aynalarda göremez oldum kendimi. Gizli eller siliyor beni…

Ay ışığı mı oldu yoldaşın? Beni nerelerde bıraktın? Burada ne işin var diyor, her uyanışlarım. Benim sensizlikte bu kaçıncı haykırışım? Kerteriz defterinde bir çizik olmalı, döneceğin günlere dair. Söyle nerdesin?

Bak! Gör uzakları, beni… Rıhtımda bekliyorum seni. Belki bir gün beni de alırsın yanına, bilinmezliklere. Belki kaçışlarımızı anlatırız birbirimize. Susmadan ve saklamadan…

Güvertende var mı yerim? İstersen susar, sessizce kıvrılırım bir köşesine geminin. Ama sen hiç susma, ne olur. Gitme de benden… Kaptanım…! Peki ya koyların var mı senin? Kimsenin bizi bilmediği koyların?

Öylesi ağrıyor ki başım. Ağır ve ağrılı. Yorgun düştü omuzlarım. Bu yük çok ağır. Dayanılır şey değil, yok oluşlarım. Düşte kalma, gel. Dön güne. Dinle! Cüssemce değil diyorum sana başım...

Terk edenler listemdesin sen de… Hiç olmamış birlikteliğimizin terkedilişindeyim. Sen de diğerleri gibi gittin. Terk etmiş olmalısın ki dönmüyorsun karaya, bana. Karanlık denizler aldı seni. Bilmem… Kime sormalı? Şimdi, senden bana kalan, acı mı acı çikolata tadı…






26 Ağustos 2017 Cumartesi



düşüş

yaşam bugün bizsiz akıyor

seyrine daldığımızı bilmeden

yorgun karaya vuruyorum

meltemde üşümeler alıyor

ruhum fırtınaya bırakıyor kendini

yorgun

düşüyorum

21 Ağustos 2017 Pazartesi


sarhoş

bugün şarab-ı aşktır içtiğim

biraz leylayım ve

biraz mecnun

zemheri ayında geceye dargın

boşuna mıdır dolanmam yanın

dost!

nedir senin aşk dediğin?


17 Ağustos 2017 Perşembe

şiir,metin,öykü: BirBlog Da BendenÇocukluğumun ağaç dallarında d...

şiir,metin,öykü: BirBlog Da Benden


Çocukluğumun ağaç dallarında d...
: Bir Blog Da Benden Çocukluğumun ağaç dallarında düşlerken geleceği, sorardım kendime:”en iyi yapabildiğin şey ne?”… Anılar birikti...

Bir Blog Da Benden



Çocukluğumun ağaç dallarında düşlerken geleceği, sorardım kendime:”en iyi yapabildiğin şey ne?”… Anılar biriktikçe yonttum kurşun kalemimi. Notlar düştüm sonra, karga burga yazılar, geceye söylenmiş sözler…

Yıllar yılları kovalayıp da kendini arayan beni Akdeniz’in koynunda bir iletişim fakültesine taşıyınca, karar verdim metin yazarı olmaya. Zamana söyleyeceklerim vardı benim de. Kimi kez bir şiir kimi kez bir hikaye kimi kezse yazıp yönettiğim kısacık bir filmdi sözlerim. Bir amacı olmalıydı adımlarımın; gelişi güzel yaşamak hayatı, bana göre değildi. Ben de herkes gibi bana sunulan hayatı yaşayıp gidecektim bir gün sonsuzluğa ama yok olmadan, iz bırakarak. Bazen yersiz ve fazlaca cesur oldu tümcelerim; sözlerimi sevdim ben. Kelimelerle oynadım, oynarım da hala. Severim onları…

Neyi sevsem tutkuyla aşkla , bağlandım. Bir adam sevdim, evlendim. Çocuklarım oldu, bağlandım. Kendimle kalınca okudum, yazdım. Yastık altı oldu şiirlerim, biriktirdim. Kurşun kalem kullanmayalı çok oldu, zamanla bir yarışa tutuştum. Çocuklarım gibi sevdim, sakındım herkesten şiirlerimi. Geceleri besledim, büyüttüm onları da. Bir gün kitaplar yazacağım dediysem de olmadı, olduramadım, deftere yazdım veresiye. Yarına kalmak gayesiyle yazarken berisinde kaldım zamanın ve bir hayli gerisinde…

Sonra gördüm ki anılarımız Facebook’da saklıymış, günlük hikayelerimiz ise İnstagram’da. Olur da bir şey düşüverse aklımıza neydi diye, Google Amca(hep bir erkek olarak düşünülür, bilgelik yakıştırılmaz kadına) yetişirmiş imdada. Evimin Windows’u yeterince açılamamış meğer dünyaya… Kütüphanede kimler yaşar, kitap nasıl kokar,  e kimi kimden ayırabilir ki bir ayraç?... Peki ya işaret parmağı mıydı o ıslatılan?... Parmak uçlarımızla yaşar olmuşuz hayatı. Sevince tek tuşla gülücükler saçmışız ve de ilanı aşklar. Kızınca tek tuşla çıkarmışız hayatımızdan. Adres sormak için bile girmez olmuşuz mahalle bakkalına. Uydudaki büyük göz arşınlamıyor mu dünyayı bizim yerimize. Ne gerek var gidip görmeye, ilişki durumumuz bile sanal alemde…

Bunlar olup biterken ve de zamanın çarkları işlerken ileriye, gerisinde kalmamak, yarınlarda var olmak adına, eşin dostun da ısrarıyla(her işimiz öyle olmaz mı, ite kaka zorlamayla?) bir blogda topluyorum şimdilerde yazılarımı, şiirlerimi ve de öykülerimi… Kolayına değilse de ucuzuna kaçtım gibi. Koca parasıyla kitap çıkarmak harcım da değil hani. Hep olmasını  hayal ettiğim kitabımın taslağı bu paylaşımlar. Benden bir anı dünyaya şiirlerim, öykülerim, sözlerim. Olur da merak ederseniz bu kız ne diyor, nasıl anlatıyor meramını diye, sorun Google Amca’ ya söylesin adresimi. Ben hep evdeyim sizi de bir gün bekler yorumlarınızı dinlerim: sibelgoydag.blogspot.com.tr…

12 Ağustos 2017 Cumartesi

dünya

işte böyle dünya
çocuklar gelir
yaşam izleri kalır
ve kokularını alıp
giderler başka diyarlara
sen hep geçsin
iyi ki varsın demeye
haydi dön şimdi
kuytu uykulara

10 Ağustos 2017 Perşembe



           umut penceresinden baksan
                       iki göz bir oda
                geçmiş yerde sereserpe

7 Ağustos 2017 Pazartesi

alma

elmaya aşeriyor bir kadın
ihtirasları yüklenmiş
sevgiye aç
aşka gebe
ilikleri gözyaşıyla örülü
çığlık çığlık
bilinmezi arıyor
elma yetmiyor bazen
kadın dahasını istiyor
daha diyor daha


5 Ağustos 2017 Cumartesi


Gelin Kaleiçi'ne gidelim(bir radyo belgeseli)

KALEİÇİ



Bahçeler meltemlerle konuşuyor;

Üç bin yıl evvele dair,

Masal cennetlerinin kapısı açılmış,

Ağır ağır geçiyor taş kapılardan

Omuz başları kopmuş genç heykeller;

Yarım kalmış rüyalar içinde.

Portakal bahçelerinin ışık denizinde.



Beyaz elleri gecelere uzanmış

Otları nergis yapıyor zaman,

Toprakları ışıl ışıl yakut kaya;

Limon bahçelerinden sarhoş olmuş

Antalya.

(Baki Süha Ediboğlu)



         İklimi ve coğrafi yapısıyla, görenleri cezbeder, Antalya. Şehre, yeni surlar, yeni mimariler eklenir, her uygarlıkla. Antalya’yı limandan ve şehirden saran surlar arasında , tarih kokan bir kent oluşur, Kaleiçi adıyla.

       Antalya’nın tarihi çekirdek kentidir, Kaleiçi. Bir zaman aralıksız sarar Kaleiçi’ni surlar; zamana direnen yapı, insanoğlu karşısında yenilir. Rüzgarı engelliyor gerekçesiyle bir bir  yıkılır Kale’nin kolları.

       İki kapı kalır, tarihten günümüze. Biri imparator Hadrianus onuruna yapılır, diğeriyse ana girişidir Kale’nin.

       Kapılarından girdiğimizde, dar sokaklar, bitki ve hayvan motifli yapılar, kesme taştan evler ve meraklı bakışlarıyla turistler çıkar karşımıza. Dünyanın farklı yerlerinden gelen turistlerin, günün erken saatleriyle  başlar, tarihe yolculuğu. Geçmişten kareler takılır objektiflere. Surlarda gizlidir, şehrin sırrı. Bir şeyler fısıldar sanki sokaklar. Yıkık kollarıyla sarar geleni, Kaleiçi. Kimseyi geri çevirmez, neyi var neyi yok serer. Döker eteğindeki tarihten taşları, gizemini çözene. Akdeniz tanıklık eder, Kaleiçi’ne.

       Surların denizle kesiştiği noktada, eski kentin ana ekseni kabul edilir, Hıdırlık Kulesi.

      Medreseler, Kiliseler, kiliseden bozma camiler göze çarpar Kaleiçi’nde, Kesik Minare gibi.

       Selçuklular ve Bizanslılar arasında birkaç kez el değiştirir şehir. Mimari yapıya yansır bu değişimler. Roma surlarında Selçuklu Kitabelerine rastlanır.

       Kalekapısı’nın doğusundaki burç üzerine yükselir, Saat Kulesi. Saatler oradan ayarlanır, buluşmak için orası tarif edilir Antalya’da.

       Her yerden görülsün, şehre sembol olsun diye yaptırılır Yivli Minare. Eşi benzeri olmaz. Yüzyıllar boyu sembol olur şehre.   

      Kaleiçi’nde bütün sokaklar limana uzanır, Kırk Merdiven gibi. Tarihte kaybolana yol gösterir adeta. Tarih boyu tüccarlar akın eder limana. 

       İklime uygun inşa edilmiştir Kaleiçi evleri. Soğuktan ziyade, güneşten korur sakinlerini.  Sıcak yaz günü serindir, Kaleiçi.

     Varlıklı ailelerin oturduğu, yüksek tavanlı evlerin, Konyaaltı’ndan getirilen çakıl taşlarıyla süslenir eşikleri. Balkonları, Bey Dağları’nın, günün faklı saatleriyle değişen  eşsiz manzarasına bakar. Gizli bir bahçeyi anımsatır evler. Duvarlar yükselir dört bir yanından. Gizli bir dünyadır yaşanılan.

       Zamana direnmeye çalışan  tarih, restorasyonlarla can bulur. Küllerinden, yeniden doğar Kaleiçi. Kafeler, pansiyonlar, dükkanlar oluşturulur, eski yapılarda. Tarihin gözyaşıdır silinen; Ancak için için sızlar yinede. Alış veriş merkezi olur turistlerin. Tarihi özelliğini yitirtir tüccarlar. Sokağa taşan dükkanlarla, görmez, görülmez olur, yapılar.

       Her köşesinde bir tarih gizlidir Kaleiçi'nin. Tanıklık edilmişçesine anlatılır hikayeler. Geçmişten izler taşır anlatılanlar; Çünkü geçmişte kalır güzel anılar. Hala sararken Kaleiçi’ni surlar ve ayakta kalan yanlarıyla meydan okurken zamana, zamane olur anlatılanlar. Gündüzün yoğunluğu, cıvıltısı, gece yerini sessizliğe bırakır. Sessizlikte uyur sokak çocukları. Kimi can verir dar sokaklarda, sur diplerine sığınır kimi.

       Gün limanda doğar, limanda batar denizci için.  Akdeniz'e yelken açılır yatlarla. Hayat bitmez ya; geceye bırakır yerini gün, liman kucağındaki yatlarda. Güneş batarken, Bey Dağları’nın seyrine doyulmaz.

      Antalya’yı, Kaleiçi’ni, simgeleyen süs eşyaları, kartpostallar, halılar satılır sokak aralarında. Kimi esnaf ürününü sergiler, kimi maharetini. Babadan kalma mesleğidir kiminin yaptığı. Övünçle gösterilir, yerli yabancı turistlere.

      Kiliseler, medreseler, cami ve türbeler yer alır Kaleiçi’nde. Kendi kabuğunda yaşar sanki yapılar. Dünü belli belirsiz, silik taşır yarına. Kiminin bilmez tarihini kitaplar. Eski Antalyalılar bilir geçmişi. Anlatılır hikayeler dilden dile, bir yanı eksikse de.

3 Ağustos 2017 Perşembe

masal

kirpiklerin aralıksız

gülüyor

süzüyor uzakları

geçmişten geliyor sesi

halhalının

hızman arap çöllerinde yitik

varkalar yorgun

yakalar mı geçen zamanı?

aruz vezni yeter mi

seni anlatmaya

fa'ilatün fa'ilatün fa'ilün

tekrar dirilir mi aşkların

güllerin şahı

sen, masal kadın

30 Temmuz 2017 Pazar


trampet


            Tım tım tı tı... Tı tım tım tım.. Kanepemde, yazarının adını sürekli unutup tekrar tekrar kapağını çevirdiğim bir kitabı okuyordum. Tım tı tım... Dışarıda bir çocuk herhangi bir sopayla herhangi bir bidona ya da kovaya vurarak ritm tutuyor olmalıydı. Bu ses beni kitabımdan alıp ve pencereye sürükledi. Kitabın beni gerçekten içine almadığı da su götürmez bir gerçek. Başımı camdan uzatabilildim. Dışarısı o kadar sıcak ve nemliydi ki, vücudumun diğer bölgelerine acıdım ve onları içeride bıraktım.

            Ağustos sıcağına aldırmadan dışarıda ritm tutan çocuğu aradı gözlerim. Ortalıkta kimsecikler yok. Ses görünmezlikten gelmeye devam etti. Tım tı tı tı tım... Ara ara ritme müzik sesleri karışır oldu. Arabesk sesler.. Uzaklardan bir iki fren sesi... Başımı bir dünyadan ötekine uzatmış gibiydim. Ritm tutan çocuğu göremesem de kendi çocukluğuma uzanıp geçmişe bir göz attım:

            İlkokul yıllarımda okul bandosuna heves ediyorum. O kadar çok müsamereye katılmış ve övgüler toplamışken bir şeylerin eksikliğini hissediyorum. “Ben hiç bandoya katılmadım”diyorum kendi kendime. Oysa ki ne kadar gösterişli kıyafetleri ve her yerden duyulan ritmik sesleri var bandocuların. Kırmızı beyaz üniformaları ve beyaz trampetleri gözümü alıyor. Hemen elemelere katılıyorum ve hemen eleniyorum! Bandocuların trampetlerini aklımdan silemiyorum. Rüyalarıma giriyor. Yataktan kalkabilmem için kulağımda trampetler ritm tutuyor. Karnım acıkınca midem de bir ritm tutturmuş gidiyor. Yok bu böyle olmayacak diyorum. Cin fikirli bir çocuk olarak mahallenin çocuklarını peşimden sürüklüyorum. Kömürlüklerde ne kadar teneke varsa topluyoruz.

            Hatice teyzelerin bahçesinin altında hizaya giriyoruz. “Başlaa” diyorum. Başlıyoruz: “Kemal Abiii, Kemal Abiii, Aslan Kemal Abiii.” diyerek ritme eşlik ediyoruz. Bu sözleri okuldaki bandoculardan duyuyorum. Kemal Abi de bizim okulun hademesi. Okuldaki popülerliği adını etkinliklere de taşıyor.

Mahallenin çocukları hep bir ağızdan bağıra çağıra çakma trampetlerimize vururken alt yolda Ayşe'nin babası Haşim Amca beliriyor. Sinirden köpürmüş, avaz avaz bağırıyor: “Susun ulaaan susuuuun.” aklımız çıkıyor. Haşim Amca'nın peşinden mahalle kahvehanesinden bir sürü adam çıkıyor. Aynı tepkiyi onlarda veriyor. Günlerden pazar. Maden işçilerinin tek tatil günü. Dinlenmeye, ev, iş, çoluk çocuk sorunlarından uzaklaşmaya çalıştıkları tek gün. Kahvehaneden yola dökülmüş babalarımız tehditler savuruyor: “Kıracağım babaklarınızııı.” Hiçbiri Haşim Amca kadar sinirli değil. Tavlada yine yenilmiş olacak, burnundan soluyor. Esmer teni kırmızıya çalıyor. Bir de bizi eline geçirse, ne olur kim bilir. Neyse ki bize ulaşıp gırtlağımızı sıkması zor oluyor. Aramızda 40 basamaklı bir merdiven var ve biz onlara yukarıdan bakıyoruz. Onlara sadece merdivendeyken yukarıdan bakabiliyoruz zaten. Bu şehri ve merdivenlerini seviyorum, hem de çok. Merdivene atılan ilk adımla çil yavrusu gibi dağılıyoruz.

Çocukluğum binbir türlü yaramazlık ve hayal peşinde geçiyor. Aklıma kimi neyi düşürsem rüyalara kalmıyor. Hayata geçirmek için elimden geleni yapıyorum. Birileri bir hikaye yazıyor ve ben başrolde oynuyorum. Daha aşağısını bünyem kabul etmiyor. Bu bazen huysuz bir çocuk olmama neden oluyor. Başarısızlıklar sonrası hayal kırıklıklarım da bu yüzden büyük oluyor.

Yaramaz bir çocuk olduğum günler geride kaldı. Hızla büyüyor ve hatta yaşlanıyorum. Oturduğumuz şehri terk ettiğimiz gün bitiyor çocukluğum. Yıllarca, kaybolan çocukluğuma ağlıyorum. Kabullenmesi çok zor oluyor ;ama o, artık geride kalıyor. Geceleri rüyalarımı yoklayan bir arkadaş oluyor, çocukluğum. Kavgalarımı onunla yapıyorum. Gündüz yine büyümeye ve çocukluğumdan uzaklaşmaya devam ediyorum.

Çok ama çok sıcak. Başımı içeri alıp kanepeye, kitaba dönmeli. O da nesi? Evlerin arasında, bir görünüp bir kaybolan, küçük, kara bir kızla gözgöze geliyorum. Yaramazlığı gözlerinden okunuyor. Koşup saklanmış olacak, nefes nefese kalmış. Küçük kara elleri bir tenekeyi sahipleniyor.




28 Temmuz 2017 Cuma

ağıt


bir kadın

dönmeyecekleri bekliyor

dalgalaşan yıllar

alıyor sevdalıyı

ağıta dönüşüyor

martı sesleri

umut...

kirpikte son yaş

denizler çekilirken

kadınlar

fado söylüyor

24 Temmuz 2017 Pazartesi




bitmeli



Yitik aşklardan arta kalan zamanlarda, ben de beni seven birini buldum sonunda. Hem çok geçtiler hem de çok fazla. Yıllanmam gerekti belki şarap misali.

Zamana direnircesine yeniliyor kendini ruhum, her yeni aşkla… Hepsini yaşamalıymışım sanki. İştahlı bir maymun gibi kalbim. Kabına sığmadığı anlarda, doyumsuzluğu artıyor.

Tüm aşklar çürümüş meyve tadında. Zamanı geçmiş hepsinin. En olmuşlarını topluyorum. Bozulmaya yüz tutmuşken, beni fark ediyorlar. Ezik, çürük yanlarını temizliyor, ayıklıyorum.

Kendilerini durmadan akan nehrime bırakıp yenileniyor, filizleniyorlar. Onlar yeniden meyveye dururken ben, olgunlaşıyor, yaşlanıyorum. Şimdi zamanı geçme sırası bende. Meysimim ise hiç geçmiyor. Her iklime uyuyorum.

Sobelenip kaçılan bir oyunda tam ortadayım. Elim sende deyip gidiyorlar. Ben hep ebe. Bazen hepsiyle oynayasım geliyor. Sonra hepsine nanik yapıp kaçmak istiyorum. Olmuyor…

Kendimden ne istiyorum? Bu oyunda işim ne? Derin, sahipsiz uykulara dalmakken niyetim, kalk diyorlar ısrarla. Yastığımla vedalaşıyorum. Off yine mi ebeyim söyleyin?  Artık saklanmak ve yok olmak istiyorum. Yoklukta savaşan kadınların arasında kaybolmak... Yastığıma sıkı sıkıya sarılmışken ayağım bir boşlukta kalıyor. Yokluğu beklerken bu korku niye? Birden irkiliyorum. Korkuyor muyum? Nedense…

 


21 Temmuz 2017 Cuma


tükeniş



tanrı niye kıskansın ki bizi

seni bana inat yaratmışken

seni, çaresizlikleri, mücadelesizlikleri

sen, bana inat ellerin bağlı

ben, sana inat hırslı



umut çiziyorum

filiz almıyor

bir rüzgar esiyor

üstümüzde

sen, kendini

çoktan bıraktın

yele

uçuşan parçaları toplasam

eklemlerimiz tutmuyor



bizi bölüyor

tüm puzzlelar

iki ayrı bulmaca oluyoruz

sonra…

ufuklar çıkıyor

kadrajımdan

ne yürüyeceklerim

kalıyor geriye

ne ağlayacaklarım

kalemim tükeniyor

19 Temmuz 2017 Çarşamba




tek



münferit zamanlarda

bulduğum sendin,

münferi ve naçar.

sendin, o

bilinmez yolların yolcusu

sessiz çığlıkların

duyduğum…